Türkiye’nin bereketli topraklarının derinliklerinde bir mücadele yaşanıyor. Bir yanda medeniyetlerin beşiği olmuş, insanlığa can veren su havzaları; diğer yanda binlerce yıldır göz kamaştıran, gücün ve zenginliğin simgesi altın. Ancak son dönemlerde yaşananlar, bu iki değer arasında trajik bir tercihe işaret ediyor: Altın madenleri, paha biçilemez su kaynaklarımızı tüketiyor ve kirletiyor. Peki, bu durum bize “değer” kavramı hakkında ne anlatıyor?

Su, ekonomistlerin deyimiyle “toplam faydası” en yüksek olan kaynaktır. Yani bir insanın hayatını sürdürmesi için olmazsa olmazdır. İnsan vücudunun yaklaşık %60’ı sudur. Tarım, gıda üretimi, temizlik ve enerji… Uygarlığımızın tüm taşıyıcı sistemleri suyun varlığı üzerine kuruludur. Suyun yerini dolduracak bir alternatif yoktur. Onsuz geçirilecek bir hafta, toplu ölümler ve kaos demektir. Bu yönüyle suyun değeri, fiyat etiketiyle ölçülemeyecek kadar büyüktür.
Altın ise nadir bulunan, işlendiğinde güzel görünen ve finansal sistemlerde güvenli liman olarak kabul edilen bir metaldir. Değeri, insanların ona atfettiği kültürel ve ekonomik anlamdan gelir. Altın olmasa da insanlık varlığını sürdürebilir. Onun değeri, “marjinal fayda” üzerinden işler; yani nadir olması, son bir gramının piyasadaki değerini yüksek kılar. Ancak bu, onun mutlak anlamda daha değerli olduğu anlamına gelmez. Susuzluktan kıvranan birine altın yemek ya da içmek herhangi bir fayda sağlayamaz.

Türkiye Ölçeğinde Bir Felaket, Madenler ve Kuruyan Havzalar
Türkiye’deki birçok altın madeni, siyanürlü linç yöntemiyle işletiliyor. Bu süreç, devasa miktarlarda suya ihtiyaç duyuyor. Maden sahaları, çoğu zaman zengin yeraltı suyu rezervlerinin ve nehirlerin yakınına kuruluyor. İşte trajedi burada başlıyor.
Bir gram altın üretebilmek için tonlarca su tüketilir. Bu durum, yerel su havzalarındaki seviyeyi kritik seviyelere düşürerek tarım arazilerinin kurumasına, içme suyu kaynaklarının azalmasına neden olur. Kullanılan siyanür ve ağır metallerin sızıntı yapma riski her zaman vardır. Bu kimyasalların toprağa ve yeraltı sularına karışması, geri dönüşü neredeyse imkansız bir ekolojik yıkıma yol açar. Kirlenen bir su kaynağı, sadece bugünü değil, gelecek nesillerin sağlığını ve gıda güvenliğini de tehdit eder.
Kaz Dağları, Erzincan İliç, Artvin Cerattepe ve daha niceleri… Bu bölgelerde yaşananlar, kısa vadeli ekonomik kazanç uğruna uzun vadeli yaşamsal riskler alındığının acı birer göstergesidir. Kuruyan dereler, susuz kalan köyler ve hasta olduğu iddia edilen yurttaşlar, bize somut bir gerçeği haykırıyor: Paranın satın alamayacağı tek şey, yaşamın ta kendisidir.
Sonuç olarak asıl bilinmesi gereken şey gerçek zenginliğin topraktan geldiğidir.
Ekonomik büyüme ve istihdam argümanları elbette önemlidir. Ancak bu argümanlar, insanlığın temel ihtiyacı olan suyu ve onunla birlikte gelen yaşamı hiçe sayarak ele alınamaz. Sürdürülebilir olmayan bir kalkınma modeli, en nihayetinde üzerinde yaşayacak toprak ve içecek su bulamadığımız bir “büyüme” hikayesine dönüşecektir.
Su, altından daha değerlidir çünkü su, hayatın ta kendisidir. Altın ise ancak onun varlığında bir “değer” ifade eder. Bugün Türkiye’de yaşananlar, bize bu kadim gerçeği bir kez daha hatırlatıyor. Gerçek zenginlik, banka kasalarında parıldayan altınlarda değil, temiz akan derelerde, verimli topraklarda ve sağlıklı bir çevrede saklıdır. Geleceğimizi güvence altına almak istiyorsak, kaynaklarımızı yönetirken “yaşamı” en yüksek değer olarak kabul etmek zorundayız.
